1) Majör depresyon
hakkında bilgi verir misiniz?
Çok genel bir soru ama ben gene de bilgi vereyim. Aynı
zamanda tanı ölçütlerinden de bahsedeceğim. Depresyon psikiyatrinin en yaygın
hastalıklarından birisidir. Halk arasında da en çok bilinen hastalıktır. Yani
ismi de çoğu zaman depresyon yerine ‘’deprasyon” olarak telaffuz edilebilir.
Genellikle insanın neşesiz hissettiği, içine kapandığı,
hayat enerjisinin azaldığı, gelecekle ilgili olumsuz düşüncelere kapıldığı
genel bir düşkünlük halinin hâkim olduğu bir hastalık halidir. İnsanın yaşama
zevki ortadan kalkar, bazen ölme isteği hatta onun da ötesine geçen intihar
düşüncesi olabilir. Hastaların %60-%70’inde intihar düşüncesi tabloya eşlik
eder.
Önemli bir hastalık, çoğumuz bu hastalığı geçirmişizdir. En
azından etrafımızda geçirenlere şahit olmuşuzdur. Çünkü insanların yaklaşık
%15-%25’i arasında bir sıklıkta görülür. Kadınlarda erkeklerin 2 katı fazla
gözükür. O yüzden o rakamı %25’e kadar uzattım, %10-%15 kadar da erkeklerde
gözükür. Toplamda insanların %20’si yani beşte biri hayatı boyunca en az bir
depresyon atağı geçirir.
Depresyon sıradan bir şey değildir. Bir hastalıktır ve sonunda
ölüm riski vardır. Depresyonda %15 intiharla ölüm riski vardır. Bu açıdan
bakıldığında miyokard infarktüsünün en az yarısı kadar ölümcül bir hastalıktır.
Yani bir kişi kalp krizi geçirdiğinde onu ambulanslar nasıl koştur koştur acil
servislere götürüyor ve hayatta tutmaya çalışıyor. İşte depresyona giren kişi de
%15 yani o miyokard infarktüsü geçiren kişilerin yarısı kadar ölüm riskine
sahiptir. Bizzat miyokard infarktüsü geçirmekte olan yani kalp krizi geçirmekte
olan kişinin ölüm riski %30-%40’lar civarındadır. Bir psikiyatrik hasta
depresyondaysa onun intihar ederek ölme riski de %10-%15’ler civarındadır.
Dolayısıyla depresyon hastasına saygı göstermemiz lazım. Depresyon hastasının
tedavisine odaklanmamız gerek.
Olmadık cümleler kurmak ‘’Bu da geçer. Sen hasta değilsin
ilaç kullanmana gerek yok. Biliyorum sen halledersin, güçlüsün.’’ gibi
cümlelerin bu hastalara hiçbir yararı yoktur. Bu bir hastalıktır ve ancak
tedaviyle geçer. Kendi başına geçtiği de gözükür ama bu kendi başına iyileşen
yaralar kadar tehlikeli bir durumdur. Yani bir yeriniz çok ciddi yaralansa
oraya pansuman yapmadan kendi halinde iyileşmeye bırakıyor muyuz veya birileri
ya da doktor gelip şöyle sıvazlayarak ‘’Kendi başına geçer.’’ diyor mu bize?
Hayır, ama komşularımız, akrabalarımız, depresyondaki
hastalara böyle saçma cümleler kurabiliyorlar. “Sen bunu halledersin, tedaviye
gerek yok.” O hasta ertesi gün intihar ediyor ve ölüyor. Acaba bunu söyleyen,
saçmalayan kişi nasıl bir zihin yapısına sahip? Nasıl bir bilgisizlik ve
cehalet düzeyine sahip ki depresyon gibi tehlikeli bir hastalığı “geçer geçer”
diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Gerçekten oldukça aptalca bir tutum bunu
bilmek, öğrenmek ve etrafımıza da öğretmek zorundayız. Aksi takdirde
birilerimiz depresyondan ölüp gidebilir. %15 intihar riski gazoz kapağı
değildir. Çok ciddi anlamda tıbbi bir risktir. İnsanlık için büyük bir risktir
ve üstelik insanların %20’si bu hastalıkla hayatı boyunca en az bir kez
karşılaşacakken bu riski hiç görmezden gelmek, hafife almak çok aptalca bir
yaklaşım olacaktır Dolayısıyla depresyonun tedavisine odaklanmamız gerekiyor.
Şimdi resmi kitabımızdan DSM-5’e bakarak aktarıyorum.
Depresyonun belirtilerini size sayayım ki siz de hayatınızda bu belirtiler
varsa uyanık olun ve tedaviye başvurun.
Aynı iki haftalık dönem boyunca aşağıdaki belirtilerin beşi
ya da daha çoğu bulunmuştur ve önceki işlevsellik düzeyinde bir değişiklik
olmuştur. Bu belirtilerden en az biri ya çökkün duygudurum ya da ilgisini
yitirme ya da zevk almamadır. Yani ya ruh haliniz çökkün, kötü hissediyorsunuz
ya da hayattan zevk almıyorsunuz. Ya bunu siz söylüyorsunuz ya da çevre zaten
davranışlarınızdan seziyor. Bu 9 belirtilerin beşi olacak. Şimdi bu belirtileri
sayıyorum.
- Çökkün duygudurum, nerdeyse her gün günün büyük bir
bölümünde bulunur ve bu durumu ya kişinin kendisi bildirir, üzüntülüdür,
kendini boşlukta hisseder ya da umutsuzdur ya da bu durumu başkaları tarafından
gözlenir ya da ağlamaklı gözükür.
- Neredeyse bütün etkinliklere karşı ilgide belirgin azalma
ya da bunlardan zevk almama durumu neredeyse günün büyük bir bölümünde bulunur.
- Kilo vermeye çalışmıyorken yani diyet yapmıyorken çok kilo
verme ya da alma bu da önemli bir şey.
- Neredeyse her gün uykusuzluk çekmek ya da aşırı uyuma.
Yani depresyonda sadece uykusuzluk değil fazla uyku da “atipik depresyon”
dediğimiz tabloda.
- Neredeyse her gün ajitasyon, psikodevinsel kışkırma. Yani
aşırı öfkeli ve gergin bir halde bulunma ya da tersine yavaşlama, donuklaşma,
kıprayamaz hale gelme bu duyguların olması.
- Neredeyse her gün bitkinlik ya da içsel gücün kalmaması.
Yani enerji düşüklüğü.
- Neredeyse her gün değersizlik ya da uygunsuz suçluluk
duyguları. Bu da hastalarda sık rastladığımız bir tablo. Mali kayıplar vs.
olmuştur ve bundan kendini suçlamaktadır. Özellikle erkek hastalarda ve yaşlı
depresyonlarında daha sık gördüğümüz bir şey ‘’Falanca zaman filanca iş
yapmıştık. O zaman böyle yapmıştım işte suçlu benim. Hata bendeydi, benim
yüzümden şu kadar kişinin başına bu kadar işler geldi.’’ gibi bazen gerçekçi
olmayan tuhaf ayrıntılar üzerinde kendini suçlama.
- Neredeyse her gün düşünmekte ya da odaklanmakta güçlük
çekme ya da kararsız yaşama. Yani bir türlü bir kararı verip hayatta uygulamaya
geçirememe. Yoğun kaygı nedeniyle karar verememe de yine depresyonda sık
gördüğümüz belirtilerden bir tanesi.
- Yineleyici ölüm düşünceleri sadece ölüm korkusu değil özel
eylem tasarlamaksızın yineleyici kendini öldürme, intihar düşünceleri ya da
kendini öldürme girişimleri ya da kendini öldürmek üzere özel bir eylem
tasarlama. Depresyonda %60-%70 intihar düşünceleri olur. Dolayısıyla depresyon
öyle bir üzüntü hali, biraz mutsuzluk, huzursuzluk filan böyle bir şey
değildir. Ciddi bir hastalıktır. Lütfen o ciddiyetle yaklaşın. Yakınlarınızda
veya sizde varsa hastanın tedaviye ulaşmasını sağlayın.
Depresyonlar tedavi edilebilir hastalıklardır yeter ki zamanında
hekime ulaşılsın, doğru tedaviler uygulansın. Bu yapılmadığında kişilerin ölüm
riski dâhil çok ciddi sağlık riskleriyle karşılaştıklarını bilmek lazım. Yani
depresyonu tedavi edilmemiş insanlar herkesten en az 10 sene daha kısa
yaşamaktadırlar. Kalpten, şekerden vs. ölüp gitmektedirler. Yani başka
hastalıkları da vardır. O başka hastalıkları da onları daha erken öldürür eğer
depresyon varsa. Dolayısıyla tedaviyi düzgün sürdürmek lazım.
Depresyon tedavisinin süresiyle de ilgili birkaç şey
söyleyerek bitireyim. Bir kere ilk atağı geçiren hastaların 1 yıl kadar tedavi
görmeleri gerekir. Kitaplarda ya da dergilerde 6 ay yazdığına bakmayın. Doz
titrasyonu yapılıp belli bir doza kavuşuncaya kadar bir süre zaten geçer. Sonra
etkin doza ulaşıldıktan, en az 6-7 ay iyilik hali sağlandıktan sonra yavaş
yavaş doz azaltılır ve kesilir. Böyle baktığınızda en az 1 yıl müddetle ilaç
kullanmanız gerekecektir.
Eğer hastalık ikinci kez tekrarlanmışsa 2 yıl ilaç
kullanılır. Eğer üçüncü kez tekrarlamışsa 2-5 yıl arasındaki bir müddetle
kullanması veya ömür boyu müddetle kullanması gözlenir. Dördüncü kezse artık
hiçbir psikiyatrist için bir fark kalmamıştır. Hastanın ömür boyu yanıt veren
bir tedaviyle ilaç kullanması önerilir. Dolayısıyla psikiyatristler için
depresyon tedavisi karmaşık bir konu değildir yeter ki siz doktorlara ulaşın ve
tedavinizi alın.
Hastalar açısından sürekli ‘’Efendim ömür boyu ilaç mı
kullanacağız? Şu yan etkiler olursa ne olur? Bıraksam olmuyor mu? Bunu ben
kendim halletsem?” vs. gibi tedavinin gerçekliğiyle uyuşmayan kaygıya dayalı gerçekçi
olmayan ve teknik bir tedbire dayanmayan saçma düşünceler nedeniyle hastanın
tedavisi ortada kalır. Bizim yaptığımız bir araştırmaya göre psikiyatri
polikliniğine başvuran 2 hastadan biri bir dahaki sefer geldiğinde veya
gelmediğinde de anlaşılmaktadır ki ilaçlarını kullanmamaktadır. Yani böyle kaç
hastalık var. İki hastadan biri tedavisine hiç başlamıyor bile bu çok tehlikeli
bir şey. %15 intihar riski olan bir hastalık için çok ağır bir riski
üstleniyoruz. Dikkatli olalım, öncelikle hekimlerimize ulaşalım ve
hekimlerimizin söylediği tedbirlere de uyalım.
2) Erişkinlerdeki
dikkat eksikliği ve odaklanma sorunuyla alakalı da bilgi yazısı paylaşabilir
misiniz?
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu esasen çocukluk
çağında başlayan bir psikiyatrik hastalık fakat sadece çocukluk çağına ait bir
hastalık değil. Esas nedeni beynin frontal lobunda yani en öndeki lobda yeterince
beslenmenin ve kanlanmanın olmaması sorunu. Dolayısıyla beynimiz nasıl
vücudumuzun şoförüdür beynimizin şoförü de frontal lobdur en öndeki lobdur.
Beynin diğer yerlerinden gelen sinyalleri düzenler, toparlar, organize eder,
hedeflere odaklar, sıralamayı, planlamayı yapar. Listeyi uzatabiliriz. Yani
beyninde beyni frontal lobdur öyle söyleyeyim.
Frontal lobda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda
bir beslenme, kanlanma sorunu vardır. Dolayısıyla hastaların dikkati yeterince
iyi değildir, yeterince organize değillerdir.
Beyin yeterince kontrollü davranamadığı için gereksiz bir hareketlilik ve
hızlılıkta vardır. Bu insanlar normalden fazla konuşur, başkalarının da sözünü
keserler. Sabırsızdırlar, çabuk öfkelenirler, parlarlar, patlarlar. Çocukken
çok hareketlidir, motor gibidirler, yerlerinde duramazlar, sınıflarında oturamazlar,
sık sık eşyalarını kaybederler.
Çocuklukta %7 sıklığında bu gözükür hastalık, erişkinlikte
de %4’e düşer bu sıklık. Yani hastaların bir kısmı erişkinlikte de bu hastalığı
taşımaya devam eder. Sıklıkla bu hastalığın erişkinlikte geçtiği gibi bir yanılgıyla
erişkin dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu hastaları hekimlere
ulaşmazlar. Bir psikiyatriste gitmeleri gerektiğini bilemezler. Şimdi herkes
çocuklarına kıymet veriyor. Hiperaktivite varsa öğretmenlerinde tavsiyesiyle çocuk
psikiyatristlerine ulaşıyor ama erişkinlerin önemli bir kısmı maalesef
hekimlere ulaşmıyor.
İlginç bir olay var. Kamuda şoförlük yapan dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu hastası hatırlıyorum. Makam şoförlüğü yapıyordu, 28 kez
kaza yapmıştı. Dikkati bozuktu adamcağızın bakın nelere yol açabiliyor. Kendi
hayatı için de etrafındakilerin hayatı için de ne kadar tehlikeli sonuçlara yol
açabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Dolayısıyla bu insanların tedavisi uyarıcı ilaçlarla yapılır
ve frontal lobun beslenmesi ve dikkatleri artar. Keskin bir biçimde
hayatlarında dönüş olur bu hastaların. Çok sayıda hastamızda bu sonuçları
sağlıyoruz, sağladık, sevindirici gelişmeler oluyor. Bizim web sitemizden de www.haluksavas.com.tr
‘de dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu hastalarımız hakkındaki
öyküleri okuyabiliriz. Bunlardan bir tanesi diş hekimliği son sınıfta okuyan
bir öğrencinin bu bilgileri kendi izniyle paylaşıyorum hastanın bir gün okula
önlüğüyle gidiyor bu olabilecek bir şey ama bir ayağında terlik bir ayağında
spor ayakkabıyla gittiğini bizim notlarımızdan izleyebilirsiniz. Mesela o hasta
şimdi tedavi edildi ve böyle saçma dikkat sorunları yaşamıyor. Erişkinlerdeki
dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu da tedaviye yanıt verebilecek bir
hastalıktır. Hastaların önemli bir kısmı dramatik yani keskin iyileşmeler yaşarlar
yeter ki hekime ulaşsınlar.
Tedavilerinde kırmızı reçeteli ilaçlar kullanılabilir. Bu
kimseyi korkutmasın. Hekim denetiminde yapılan tedavinin ciddi anlamda hiçbir
olumsuz sonucu olmadığını söyleyebiliriz yeter ki hekim tavsiyelerine tam
olarak uyulsun.
3) Bipolar bozukluk
hastasının psikiyatrist olma hedefi varsa bu sağlıklı bir karar olur mu?
Yani gözlüğü olan bir kişi göz doktoru olabilir mi? Kalp
hastalığı olan bir kişi kalp doktoru olabilir mi? Şeker hastası, dâhiliyeci
veya endokrinoloji uzmanı olabilir mi? Gibi sorulardan çok özel bir farkı yok
elbette ama bipolar bozukluk biraz şiddetli seyredebilecek bir hastalıktır.
Herkesteki seyri elbette ki farklılaşabilir. Bu kişideki seyrine bakmak lazım
eğer hafif seyreden bir hastaysa yani psikiyatrist değil herhangi bir doktor olmasında
bir sakınca yok psikiyatrist olmasında da özel bir sakınca yok.
Nitekim bizim tanıdığımız, bildiğimiz bipolar bozukluğu olan
dahi psikiyatrist meslektaşlarımız var. Ağır olanları var. Yani onların
tedavisini üstlendiğimizde zorlandığımız zamanlar geçmiştir. Hafif olanlar var.
Yani bir kısmını “Acaba emekliye mi sevk etsek?” diye düşündüğümüz
psikiyatristler oldu. Bazılarında da “Galiba çok kötüye gidecek!” diye düşündük
ama öyle olmadı. Her şey yoluna girdi, gayet mutlu mesut hayatlarını sürdüren
bipolar psikiyatrist hastalarımızda var.
Dolayısıyla “Bipolar bozukluk hastası psikiyatrist olamaz.”
gibi keskin bir yargıya varmak doğru değil ama şüphesiz hastalığının seyri ve
şiddeti çok önemli. Hafif düzeyde seyreden bir bipolar bozukluk hastası pekâlâ hekimlik
yapabilir, psikiyatristlik de yapabilir. Bunları oturup kendi hekimiyle
müzakere etmesinde fayda var.
4) Panik atak
hakkında detaylı bilgi yazısı yazar mısınız? 15 sene süren bir beladan kurtuluş
var mı?
Tabii nasıl seyrettiğini, nasıl tedavi olduğunu, neler
olduğunu bilmiyoruz. Ben panik bozukluk hakkında yine DSM-5’ten kutsal
kitabımızdan size bilgi vereyim.
Panik bozukluk yine psikiyatrik hastalıkların en çok bilinenlerinden
birisidir ama sıklıkla “panik atak” diye isimlendiriliyor halk arasında. Oysa
panik bozukluğu var, panik ataklarla seyredebilir. Panik atak sadece o
ataklardan biridir ama “panik bozukluk” dediğimizde tekrarlayan ataklardan ve
beklenti anksiyetesinin eşlik ettiğinden bahsediyoruz.
Şimdi isterseniz panik atak sırasında neler yaşıyoruz o
belirtileri size aktarayım.
Yineleyen beklenmedik panik ataklar, bir panik atağı dakikalar
içinde (10 dakika gibi söylenir bunun için) doruğa ulaşan, o sırada aşağıdaki
belirtilerin dördünün ya da daha çoğunun ortaya çıktığı, birden yoğun bir korku
ya da yoğun bir içsel sıkıntının bastırdığı bir durumdur. Böyle bir durum
kişinin dingin ya da kaygılı olduğu bir durumda birden bastırılabilir.
Çarpıntı, kalbin küt küt atması ya da kalp hızının artması en sık rastlanan şey
bu bazen benim kalbim de böyle küt küt ediyor. Tam bir çarpıntı hali değil ama
arada tekliyor tabir uygunsa. Bende o sırada “Acaba panik atak mı geçiriyorum
yoksa kalp krizi mi olacak?” diye tedirgin olduğum oluyor.
2. belirti; terleme panik atak sırasında sıklıkla olabilecek
bir şey.
Titreme ya da sarsılma.
Soluğun daraldığı ya da boğuluyor gibi olma hissi.
Soluğun tıkandığı duyumu, dehşetle odaklanabiliyor musunuz? İnsanı
ne kadar tedirgin edecek belirtiler aslında.
Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkışma. Bakın burada kalp
krizini çağrıştıran ne kadar belirti var.
Bulantı ya da karın ağrısı, baş dönmesi. Ayakta duramama,
sersemlik ya da bayılacak gibi olma duyumu. Titreme, üşüme, ürperme ya da ateş
basması duyumu, uyuşmalar. Gerçek dışılık yani olan bitenin algısında bozulma.
Derealizasyon, depersonalizasyon yani kendinin değiştiğini
hissetme.
Denetimi yitirme ya da çıldırma korkusu. Hastaların sık
ifade ettiği şeylerden birisi de bu “Denetimi yitireceğim.” veya “Her şey
kontrolümden çıkacak.” gibi başka bir hastamızın da “Nefes almamı kontrol
edemezsem sanki nefes alamayacağım.” vs. demesi gibi panik atakta da böyle.
Denetimi yitirme ya da çıldırma korkusu tabloya eşlik ediyor ve elbette ölüm
korkusu. Bu 13 belirtiden 4 tanesi bir araya gelirse yoğun bir biçimde biz buna
“panik atak” diyoruz.
Bu yetmiyor tabii bunlar bir maddenin kullanımı sırasında
ortaya çıkmış olmamalı veya başka bir hastalık nedeniyle ortaya çıkmış
olmamalı. Sonuçta bu panik atak ve bu hastalık panik bozukluk tedaviyle
düzelebilen bir hastalık.
Beklentilerle ilgili 2 madde var. Ataklardan sonra en az
birinden sonra aşağıdakilerden biri ya da her ikisi de 1 ay ya da daha uzun
süreyle olur. Başka panik atakların olacağı ya da bunların olası sonuçlarıyla
örneğin; denetimi yitirme, kalp krizi geçirme, çıldırmayla ilgili olarak
sürekli kaygı duyma ya da tasalanma. Yani bir atak geçirdiniz diyelim bunun adı
panik atak ama mesela sürekli 1 ay boyunca “Bu yeniden olursa!” filan gibi
düşünce, tasalanma, buna “beklenti anksiyetesi” ya da “beklenti kaygısı”
diyoruz. Bu olursa işte o zaman “panik bozukluk” diyoruz konu sadece atak
geçirmek ilgili değil.
İkincisi de ataklarla ilgili olarak uyum bozukluğuyla giden
davranış değişiklikleri. Örneğin; spor yapmaktan ya da tanıdık bildik olmayan
durumlardan kaçınma ya da tanıdık bildik olmayan durumlardan kaçınma gibi panik
atağı geçirmekten için tasarlanmış davranışlar gösterme. Yani “Falanca yerde
bir olay olmuştu.” diye oraya gitmeme, bir avmnin içerisinde olmuştu mesela bir
daha “Yine orada olacak!” diye oraya gitmeme mesela. Bu beklenti anksiyetesi
(kaygısı) yine olacak korkusu ya da böyle bir korkuyla olayın cereyan ettiği
yere gitmeme veya bir davranışı göstermeme “Olay tekrar edecek!” diye. Bunlar da
panik bozukluk bağlamında görebileceğimiz şeyler.
Dolayısıyla soruya dönersek evet bu 15 sene süren beladan
kurtuluş elbette var. Bu bir hastalık ve iyi bir hekimle temas ettiğinizde,
tedavinizi dikkatle sürdürdüğünüzde bu beladan kurtuluş elbette var.
Çok sayıda panik bozukluk hastamızı tedavi ettik ve düzeldi.
Eminim diğer meslektaşlarımızda çok sayıda hastayı tedavi ediyorlar ve
düzeliyorlar. Burada önemli olan şey; tedavi hattında kalabilmek, hekiminizin
tavsiyelerini doğru bir biçimde uygulamak.
5) Ben Hacettepe’de
tıp öğrencisiyim ve bu yıl dönem 4 olarak stajlara başlayacağım yalnız bende de
küçük yaşlardan beri sosyal fobi var ve iletişimde güçlük çekiyorum. Bildiğiniz
gibi stajlık ve intörnlük dönemlerinde insanlarla sürekli iletişim halinde
olunuyor ve bu durum da daha okul başlamadan beni strese sokuyor. Bu konuda
ilaçların gerçekten etkisi oluyor mu insanlar arasında daha rahat olmayı bir
nebze de olsa sağlıyor mu yoksa iş tamamen kişinin kendisinde mi bitiyor?
Evet, güzel bir soru. Yani buradan da psikiyatri stajını
yapmadığını da anlıyoruz. Çünkü psikiyatrist stajı yapsa ilaçların ne kadar
etkili olabileceğini, yine hekimlerle veya klinik psikologlarla yürütebileceği
psikoterapilerin nasıl sonuç için etkili olabileceğini görebilirdi. Burada daha
çok tıp dışı bir yaklaşım gözleniyor. İş kişinin tamamen kendisinde bitmiyor. Böyle
bir şey yok. Tekrar gözlük örneğini verelim. Yani doktora gittiğiniz gözünüzde
kırma kusura var. Doktor “Sizde 2 numara miyop var.” diyor siz; “Eee ne
yapacağız doktor bey?” diyorsunuz. Doktor: “Valla gözlerinizi şöyle hafif kısarak
bakın çok iyi görürsünüz.” diyor mu? Yok böyle bir şey. Böyle bir tavsiyede bulunmuyor
değil mi? Ya da ne bileyim “Yan tarafa bakın.” ya da “Sağ tarafa bakın, sağ
tarafa bakarsanız soldakini çok daha iyi görürsünüz.” filan gibi tuhaf bir
öneride bulunmuyor. Yani “Siz bunu kendiniz halledin.” gibi bir saçmalıkta
bulunmuyor. İşte bunun gibi psikiyatrik hastalıklar da adam gibi tedavilerle
yani gözlüğü takar gibi numarası düzgün gözlüğü takar gibi doğru ilacı, doğru
psikoterapiyi uygulamakla geçen hastalıklardır. Öyle hastalık kendinden falan
bitmez. Bizim hastalarımızın çoğunun böyle kafasında halk arasından uydurulmuş
düşünceler vardır. İşte “Bu işi beyinde bitirmek lazım!” filan gibi. Nasıl
yani?
Beyinde neyi bitiriyorsunuz? Beyinde bitirebilir misiniz?
Tekrar söyleyeyim görme kusuru taşıyan bir kişi beyinde neyi
halledebilir? Böyle bir şey yok psikiyatrik hastalıklarda beyinde filan
halledilmez. Psikiyatrik hastalıklar tedavi edilir. Elbette bakış açılarının
ortaya getirebileceği katkılar olabilir ama asla tedavinin kendisi değildir.
Şimdi sosyal fobiyle de ilgili bilgi verelim ki herkes daha
yakından tanısın. Bunun sıradan bir çekingenlik olmadığını herkes öğrensin.
Bakın DSM-5 ne diyor?
Toplumsal kaygı bozukluğu yani sosyal fobi; kişinin
başkalarınca değerlendirebilecek olduğu bir ya da birden çok toplumsal durumda
belirgin bir korku ya da kaygı duyması, örnekleri arasında toplumsal
etkileşmeler. Örneğin; karşılıklı konuşma, tanımadık insanlarla karşılaşma,
gözlenme yani yemek yerken ya da içerken başkalarının önünde bir eylemi
gerçekleştirmeme. Yani bir konuşma yapma vs. buralardan çekinme.
Kişi olumsuz olarak değerlendirebilecek bir biçimde davranmaktan
ya da kaygı duyduğuna ilişkin belirtiler göstermekten korkar, küçük düşeceği ya
da utanç duyacağı bir biçimde başkalarınca dışlanacağı ya da başkalarının
kırılmasına yol açacak biçimde durumlar yaşayacağından endişe eder. Söz konusu
toplumsal durumlar neredeyse her zaman korku ya da kaygı doğurur. Dolayısıyla
meslektaşımız tıp öğrencisi ne diyordu? Soruda da geçtiği gibi stajlar
sırasında toplum içine çıkmaktan veya grup içerisinde bu işi yapmaya karşı
çekingenlik gösteriyordu.
Çocuklardaysa korku ya da kaygı, ağlama, bağırıp çağırarak
tepinme, dona kalma, sıkıca sarılma, sinme ya da toplumsal durumlarda
konuşamama ile kendisini gösterebilir.
Söz konusu toplumsal durumlardan kaçınılır ya da yoğun bir
korku ve kaygı ile bunlara katlanılır.
Duyulan korku ya da kaygı söz konusu toplumsal ortamda
çekinilecek duruma göre ve toplumsal, kültürel bağlama göre orantısızdır. Yani
evet hepimiz tanımadığımız insanlarla çok muhatap olmaktan hoşlanmayabiliriz.
Yeni bir durumda bir topluluğa konuşmak, hiç tanımadığımız bir çevreye girmek
hepimiz için bir miktar kaygı uyarıcıdır ama bu olan bitenden çok orantısız
biçimde ortaya çıkıyorsa bu kaygı o zaman hastalık düzeyinde ele almak lazım.
Korku, kaygı ya da kaçınma sürekli bir durumdur. 6 ay ya da
daha uzun sürer. Yani en az 6 ay boyunca ya da hep böyle olur. “Bu kişi zaten
hep böyle davranıyor.” gibi daha sebatkâr daha uzun süren bir tablodan söz
ediyoruz.
Korku, kaygı ya da kaçınma klinik açıdan belli bir sıkıntıyı
ya da toplumsal bir işle ilgili alanlarda ya da diğer işlevsellik alanlarında
düşmeye neden olur. Yani bu özellik bu kişinin bu hayatta başarabileceği
şeyleri önemli oranda kısıtlar hale gelir. Sosyal, mesleki, aile başarısını
ciddi anlamda düşürür. Dolayısıyla sosyal fobi kişinin hayatında ciddi bir toplumsal
kayba yol açar. Hastalık diyebilmemiz için de bunlar gerekiyor.
Korku, kaygı ya da kaçınma bir maddenin etkisiyle ortaya
çıkmış olmamalıdır. Yani “Eroin aldıktan sonra böyle oldu.” gibi değil kendi
başına ortaya çıkmış olması lazım. Yine başka bir psikiyatrik hastalık nedeniyle
de bunlar ortaya çıkıyor olmamalıdır. Başka bir tıbbi hastalık nedeniyle de
mesela Parkinson, şişmanlık, yanık, yaralanma, organ kayıpları hani bunlar “İnsanın
gözünde tuhaf gözükeceğim!” gibi endişelerle ortaya çıkıyorsa tabii bu da
direkt doğrudan sosyal fobi kapsamında tablonun ele alınmasına manidir. Dolayısıyla
sosyal fobinin de nasıl olduğu konusunda bir fikriniz olmuştur zannediyorum.
Soruya dönersek bu işin kendisine kalması gibi bir şey yok
gördüğünüz gibi sosyal fobi bir psikiyatrik tablo ve tedavisi var hiç şüphesiz.
Tedavisi için psikiyatriste başvurmanız gerekiyor. Bunun için ilaç tedavileri
önemli hem de bilişsel davranışçı
psikoterapiler dediğimiz psikoterapiler yapılır. Bunlar sayesinde önemli
oranda sosyal çekingenliğinizi yenmek mümkündür verilen tedavileri ve
psikoterapileri sürdürmek ve uygulamak kaydıyla.
Bu metin,
Prof. Dr. Haluk Savaş’ın Ahval haber sitesi ve kendi Youtube kanalında
yayınlanan ‘’Bir Tatlı Huzur Prof. Dr. Haluk Savaş’la Soru-Cevap Psikiyatri’’
programının yazılı halidir.