Bir Tatlı Huzur 29/08/2019

1) Majör depresyon hakkında bilgi verir misiniz?

 

 

Çok genel bir soru ama ben gene de bilgi vereyim. Aynı zamanda tanı ölçütlerinden de bahsedeceğim. Depresyon psikiyatrinin en yaygın hastalıklarından birisidir. Halk arasında da en çok bilinen hastalıktır. Yani ismi de çoğu zaman depresyon yerine ‘’deprasyon” olarak telaffuz edilebilir.


Genellikle insanın neşesiz hissettiği, içine kapandığı, hayat enerjisinin azaldığı, gelecekle ilgili olumsuz düşüncelere kapıldığı genel bir düşkünlük halinin hâkim olduğu bir hastalık halidir. İnsanın yaşama zevki ortadan kalkar, bazen ölme isteği hatta onun da ötesine geçen intihar düşüncesi olabilir. Hastaların %60-%70’inde intihar düşüncesi tabloya eşlik eder.


Önemli bir hastalık, çoğumuz bu hastalığı geçirmişizdir. En azından etrafımızda geçirenlere şahit olmuşuzdur. Çünkü insanların yaklaşık %15-%25’i arasında bir sıklıkta görülür. Kadınlarda erkeklerin 2 katı fazla gözükür. O yüzden o rakamı %25’e kadar uzattım, %10-%15 kadar da erkeklerde gözükür. Toplamda insanların %20’si yani beşte biri hayatı boyunca en az bir depresyon atağı geçirir.


Depresyon sıradan bir şey değildir. Bir hastalıktır ve sonunda ölüm riski vardır. Depresyonda %15 intiharla ölüm riski vardır. Bu açıdan bakıldığında miyokard infarktüsünün en az yarısı kadar ölümcül bir hastalıktır. Yani bir kişi kalp krizi geçirdiğinde onu ambulanslar nasıl koştur koştur acil servislere götürüyor ve hayatta tutmaya çalışıyor. İşte depresyona giren kişi de %15 yani o miyokard infarktüsü geçiren kişilerin yarısı kadar ölüm riskine sahiptir. Bizzat miyokard infarktüsü geçirmekte olan yani kalp krizi geçirmekte olan kişinin ölüm riski %30-%40’lar civarındadır. Bir psikiyatrik hasta depresyondaysa onun intihar ederek ölme riski de %10-%15’ler civarındadır. Dolayısıyla depresyon hastasına saygı göstermemiz lazım. Depresyon hastasının tedavisine odaklanmamız gerek.


Olmadık cümleler kurmak ‘’Bu da geçer. Sen hasta değilsin ilaç kullanmana gerek yok. Biliyorum sen halledersin, güçlüsün.’’ gibi cümlelerin bu hastalara hiçbir yararı yoktur. Bu bir hastalıktır ve ancak tedaviyle geçer. Kendi başına geçtiği de gözükür ama bu kendi başına iyileşen yaralar kadar tehlikeli bir durumdur. Yani bir yeriniz çok ciddi yaralansa oraya pansuman yapmadan kendi halinde iyileşmeye bırakıyor muyuz veya birileri ya da doktor gelip şöyle sıvazlayarak ‘’Kendi başına geçer.’’ diyor mu bize?


Hayır, ama komşularımız, akrabalarımız, depresyondaki hastalara böyle saçma cümleler kurabiliyorlar. “Sen bunu halledersin, tedaviye gerek yok.” O hasta ertesi gün intihar ediyor ve ölüyor. Acaba bunu söyleyen, saçmalayan kişi nasıl bir zihin yapısına sahip? Nasıl bir bilgisizlik ve cehalet düzeyine sahip ki depresyon gibi tehlikeli bir hastalığı “geçer geçer” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Gerçekten oldukça aptalca bir tutum bunu bilmek, öğrenmek ve etrafımıza da öğretmek zorundayız. Aksi takdirde birilerimiz depresyondan ölüp gidebilir. %15 intihar riski gazoz kapağı değildir. Çok ciddi anlamda tıbbi bir risktir. İnsanlık için büyük bir risktir ve üstelik insanların %20’si bu hastalıkla hayatı boyunca en az bir kez karşılaşacakken bu riski hiç görmezden gelmek, hafife almak çok aptalca bir yaklaşım olacaktır Dolayısıyla depresyonun tedavisine odaklanmamız gerekiyor.


Şimdi resmi kitabımızdan DSM-5’e bakarak aktarıyorum. Depresyonun belirtilerini size sayayım ki siz de hayatınızda bu belirtiler varsa uyanık olun ve tedaviye başvurun.

Aynı iki haftalık dönem boyunca aşağıdaki belirtilerin beşi ya da daha çoğu bulunmuştur ve önceki işlevsellik düzeyinde bir değişiklik olmuştur. Bu belirtilerden en az biri ya çökkün duygudurum ya da ilgisini yitirme ya da zevk almamadır. Yani ya ruh haliniz çökkün, kötü hissediyorsunuz ya da hayattan zevk almıyorsunuz. Ya bunu siz söylüyorsunuz ya da çevre zaten davranışlarınızdan seziyor. Bu 9 belirtilerin beşi olacak. Şimdi bu belirtileri sayıyorum.


- Çökkün duygudurum, nerdeyse her gün günün büyük bir bölümünde bulunur ve bu durumu ya kişinin kendisi bildirir, üzüntülüdür, kendini boşlukta hisseder ya da umutsuzdur ya da bu durumu başkaları tarafından gözlenir ya da ağlamaklı gözükür.


- Neredeyse bütün etkinliklere karşı ilgide belirgin azalma ya da bunlardan zevk almama durumu neredeyse günün büyük bir bölümünde bulunur.


- Kilo vermeye çalışmıyorken yani diyet yapmıyorken çok kilo verme ya da alma bu da önemli bir şey.


- Neredeyse her gün uykusuzluk çekmek ya da aşırı uyuma. Yani depresyonda sadece uykusuzluk değil fazla uyku da “atipik depresyon” dediğimiz tabloda.


- Neredeyse her gün ajitasyon, psikodevinsel kışkırma. Yani aşırı öfkeli ve gergin bir halde bulunma ya da tersine yavaşlama, donuklaşma, kıprayamaz hale gelme bu duyguların olması.


- Neredeyse her gün bitkinlik ya da içsel gücün kalmaması. Yani enerji düşüklüğü.


- Neredeyse her gün değersizlik ya da uygunsuz suçluluk duyguları. Bu da hastalarda sık rastladığımız bir tablo. Mali kayıplar vs. olmuştur ve bundan kendini suçlamaktadır. Özellikle erkek hastalarda ve yaşlı depresyonlarında daha sık gördüğümüz bir şey ‘’Falanca zaman filanca iş yapmıştık. O zaman böyle yapmıştım işte suçlu benim. Hata bendeydi, benim yüzümden şu kadar kişinin başına bu kadar işler geldi.’’ gibi bazen gerçekçi olmayan tuhaf ayrıntılar üzerinde kendini suçlama.


- Neredeyse her gün düşünmekte ya da odaklanmakta güçlük çekme ya da kararsız yaşama. Yani bir türlü bir kararı verip hayatta uygulamaya geçirememe. Yoğun kaygı nedeniyle karar verememe de yine depresyonda sık gördüğümüz belirtilerden bir tanesi.


- Yineleyici ölüm düşünceleri sadece ölüm korkusu değil özel eylem tasarlamaksızın yineleyici kendini öldürme, intihar düşünceleri ya da kendini öldürme girişimleri ya da kendini öldürmek üzere özel bir eylem tasarlama. Depresyonda %60-%70 intihar düşünceleri olur. Dolayısıyla depresyon öyle bir üzüntü hali, biraz mutsuzluk, huzursuzluk filan böyle bir şey değildir. Ciddi bir hastalıktır. Lütfen o ciddiyetle yaklaşın. Yakınlarınızda veya sizde varsa hastanın tedaviye ulaşmasını sağlayın.


Depresyonlar tedavi edilebilir hastalıklardır yeter ki zamanında hekime ulaşılsın, doğru tedaviler uygulansın. Bu yapılmadığında kişilerin ölüm riski dâhil çok ciddi sağlık riskleriyle karşılaştıklarını bilmek lazım. Yani depresyonu tedavi edilmemiş insanlar herkesten en az 10 sene daha kısa yaşamaktadırlar. Kalpten, şekerden vs. ölüp gitmektedirler. Yani başka hastalıkları da vardır. O başka hastalıkları da onları daha erken öldürür eğer depresyon varsa. Dolayısıyla tedaviyi düzgün sürdürmek lazım.


Depresyon tedavisinin süresiyle de ilgili birkaç şey söyleyerek bitireyim. Bir kere ilk atağı geçiren hastaların 1 yıl kadar tedavi görmeleri gerekir. Kitaplarda ya da dergilerde 6 ay yazdığına bakmayın. Doz titrasyonu yapılıp belli bir doza kavuşuncaya kadar bir süre zaten geçer. Sonra etkin doza ulaşıldıktan, en az 6-7 ay iyilik hali sağlandıktan sonra yavaş yavaş doz azaltılır ve kesilir. Böyle baktığınızda en az 1 yıl müddetle ilaç kullanmanız gerekecektir.


Eğer hastalık ikinci kez tekrarlanmışsa 2 yıl ilaç kullanılır. Eğer üçüncü kez tekrarlamışsa 2-5 yıl arasındaki bir müddetle kullanması veya ömür boyu müddetle kullanması gözlenir. Dördüncü kezse artık hiçbir psikiyatrist için bir fark kalmamıştır. Hastanın ömür boyu yanıt veren bir tedaviyle ilaç kullanması önerilir. Dolayısıyla psikiyatristler için depresyon tedavisi karmaşık bir konu değildir yeter ki siz doktorlara ulaşın ve tedavinizi alın.


Hastalar açısından sürekli ‘’Efendim ömür boyu ilaç mı kullanacağız? Şu yan etkiler olursa ne olur? Bıraksam olmuyor mu? Bunu ben kendim halletsem?” vs. gibi tedavinin gerçekliğiyle uyuşmayan kaygıya dayalı gerçekçi olmayan ve teknik bir tedbire dayanmayan saçma düşünceler nedeniyle hastanın tedavisi ortada kalır. Bizim yaptığımız bir araştırmaya göre psikiyatri polikliniğine başvuran 2 hastadan biri bir dahaki sefer geldiğinde veya gelmediğinde de anlaşılmaktadır ki ilaçlarını kullanmamaktadır. Yani böyle kaç hastalık var. İki hastadan biri tedavisine hiç başlamıyor bile bu çok tehlikeli bir şey. %15 intihar riski olan bir hastalık için çok ağır bir riski üstleniyoruz. Dikkatli olalım, öncelikle hekimlerimize ulaşalım ve hekimlerimizin söylediği tedbirlere de uyalım.

 

 

2) Erişkinlerdeki dikkat eksikliği ve odaklanma sorunuyla alakalı da bilgi yazısı paylaşabilir misiniz?

 

 

Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu esasen çocukluk çağında başlayan bir psikiyatrik hastalık fakat sadece çocukluk çağına ait bir hastalık değil. Esas nedeni beynin frontal lobunda yani en öndeki lobda yeterince beslenmenin ve kanlanmanın olmaması sorunu. Dolayısıyla beynimiz nasıl vücudumuzun şoförüdür beynimizin şoförü de frontal lobdur en öndeki lobdur. Beynin diğer yerlerinden gelen sinyalleri düzenler, toparlar, organize eder, hedeflere odaklar, sıralamayı, planlamayı yapar. Listeyi uzatabiliriz. Yani beyninde beyni frontal lobdur öyle söyleyeyim.


Frontal lobda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda bir beslenme, kanlanma sorunu vardır. Dolayısıyla hastaların dikkati yeterince iyi değildir,  yeterince organize değillerdir. Beyin yeterince kontrollü davranamadığı için gereksiz bir hareketlilik ve hızlılıkta vardır. Bu insanlar normalden fazla konuşur, başkalarının da sözünü keserler. Sabırsızdırlar, çabuk öfkelenirler, parlarlar, patlarlar. Çocukken çok hareketlidir, motor gibidirler, yerlerinde duramazlar, sınıflarında oturamazlar, sık sık eşyalarını kaybederler.


Çocuklukta %7 sıklığında bu gözükür hastalık, erişkinlikte de %4’e düşer bu sıklık. Yani hastaların bir kısmı erişkinlikte de bu hastalığı taşımaya devam eder. Sıklıkla bu hastalığın erişkinlikte geçtiği gibi bir yanılgıyla erişkin dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu hastaları hekimlere ulaşmazlar. Bir psikiyatriste gitmeleri gerektiğini bilemezler. Şimdi herkes çocuklarına kıymet veriyor. Hiperaktivite varsa öğretmenlerinde tavsiyesiyle çocuk psikiyatristlerine ulaşıyor ama erişkinlerin önemli bir kısmı maalesef hekimlere ulaşmıyor.


İlginç bir olay var. Kamuda şoförlük yapan dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu hastası hatırlıyorum. Makam şoförlüğü yapıyordu, 28 kez kaza yapmıştı. Dikkati bozuktu adamcağızın bakın nelere yol açabiliyor. Kendi hayatı için de etrafındakilerin hayatı için de ne kadar tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini düşünebiliyor musunuz?


Dolayısıyla bu insanların tedavisi uyarıcı ilaçlarla yapılır ve frontal lobun beslenmesi ve dikkatleri artar. Keskin bir biçimde hayatlarında dönüş olur bu hastaların. Çok sayıda hastamızda bu sonuçları sağlıyoruz, sağladık, sevindirici gelişmeler oluyor. Bizim web sitemizden de www.haluksavas.com.tr ‘de dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu hastalarımız hakkındaki öyküleri okuyabiliriz. Bunlardan bir tanesi diş hekimliği son sınıfta okuyan bir öğrencinin bu bilgileri kendi izniyle paylaşıyorum hastanın bir gün okula önlüğüyle gidiyor bu olabilecek bir şey ama bir ayağında terlik bir ayağında spor ayakkabıyla gittiğini bizim notlarımızdan izleyebilirsiniz. Mesela o hasta şimdi tedavi edildi ve böyle saçma dikkat sorunları yaşamıyor. Erişkinlerdeki dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu da tedaviye yanıt verebilecek bir hastalıktır. Hastaların önemli bir kısmı dramatik yani keskin iyileşmeler yaşarlar yeter ki hekime ulaşsınlar.

Tedavilerinde kırmızı reçeteli ilaçlar kullanılabilir. Bu kimseyi korkutmasın. Hekim denetiminde yapılan tedavinin ciddi anlamda hiçbir olumsuz sonucu olmadığını söyleyebiliriz yeter ki hekim tavsiyelerine tam olarak uyulsun.

 

  

3) Bipolar bozukluk hastasının psikiyatrist olma hedefi varsa bu sağlıklı bir karar olur mu?

 

 

Yani gözlüğü olan bir kişi göz doktoru olabilir mi? Kalp hastalığı olan bir kişi kalp doktoru olabilir mi? Şeker hastası, dâhiliyeci veya endokrinoloji uzmanı olabilir mi? Gibi sorulardan çok özel bir farkı yok elbette ama bipolar bozukluk biraz şiddetli seyredebilecek bir hastalıktır. Herkesteki seyri elbette ki farklılaşabilir. Bu kişideki seyrine bakmak lazım eğer hafif seyreden bir hastaysa yani psikiyatrist değil herhangi bir doktor olmasında bir sakınca yok psikiyatrist olmasında da özel bir sakınca yok.


Nitekim bizim tanıdığımız, bildiğimiz bipolar bozukluğu olan dahi psikiyatrist meslektaşlarımız var. Ağır olanları var. Yani onların tedavisini üstlendiğimizde zorlandığımız zamanlar geçmiştir. Hafif olanlar var. Yani bir kısmını “Acaba emekliye mi sevk etsek?” diye düşündüğümüz psikiyatristler oldu. Bazılarında da “Galiba çok kötüye gidecek!” diye düşündük ama öyle olmadı. Her şey yoluna girdi, gayet mutlu mesut hayatlarını sürdüren bipolar psikiyatrist hastalarımızda var.


Dolayısıyla “Bipolar bozukluk hastası psikiyatrist olamaz.” gibi keskin bir yargıya varmak doğru değil ama şüphesiz hastalığının seyri ve şiddeti çok önemli. Hafif düzeyde seyreden bir bipolar bozukluk hastası pekâlâ hekimlik yapabilir, psikiyatristlik de yapabilir. Bunları oturup kendi hekimiyle müzakere etmesinde fayda var.

 

 

4) Panik atak hakkında detaylı bilgi yazısı yazar mısınız? 15 sene süren bir beladan kurtuluş var mı?

 

 

Tabii nasıl seyrettiğini, nasıl tedavi olduğunu, neler olduğunu bilmiyoruz. Ben panik bozukluk hakkında yine DSM-5’ten kutsal kitabımızdan size bilgi vereyim.


Panik bozukluk yine psikiyatrik hastalıkların en çok bilinenlerinden birisidir ama sıklıkla “panik atak” diye isimlendiriliyor halk arasında. Oysa panik bozukluğu var, panik ataklarla seyredebilir. Panik atak sadece o ataklardan biridir ama “panik bozukluk” dediğimizde tekrarlayan ataklardan ve beklenti anksiyetesinin eşlik ettiğinden bahsediyoruz.  


Şimdi isterseniz panik atak sırasında neler yaşıyoruz o belirtileri size aktarayım.


Yineleyen beklenmedik panik ataklar, bir panik atağı dakikalar içinde (10 dakika gibi söylenir bunun için) doruğa ulaşan, o sırada aşağıdaki belirtilerin dördünün ya da daha çoğunun ortaya çıktığı, birden yoğun bir korku ya da yoğun bir içsel sıkıntının bastırdığı bir durumdur. Böyle bir durum kişinin dingin ya da kaygılı olduğu bir durumda birden bastırılabilir. Çarpıntı, kalbin küt küt atması ya da kalp hızının artması en sık rastlanan şey bu bazen benim kalbim de böyle küt küt ediyor. Tam bir çarpıntı hali değil ama arada tekliyor tabir uygunsa. Bende o sırada “Acaba panik atak mı geçiriyorum yoksa kalp krizi mi olacak?” diye tedirgin olduğum oluyor.


2. belirti; terleme panik atak sırasında sıklıkla olabilecek bir şey.


Titreme ya da sarsılma.


Soluğun daraldığı ya da boğuluyor gibi olma hissi.


Soluğun tıkandığı duyumu, dehşetle odaklanabiliyor musunuz? İnsanı ne kadar tedirgin edecek belirtiler aslında.


Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkışma. Bakın burada kalp krizini çağrıştıran ne kadar belirti var.


Bulantı ya da karın ağrısı, baş dönmesi. Ayakta duramama, sersemlik ya da bayılacak gibi olma duyumu. Titreme, üşüme, ürperme ya da ateş basması duyumu, uyuşmalar. Gerçek dışılık yani olan bitenin algısında bozulma.


Derealizasyon, depersonalizasyon yani kendinin değiştiğini hissetme.


Denetimi yitirme ya da çıldırma korkusu. Hastaların sık ifade ettiği şeylerden birisi de bu “Denetimi yitireceğim.” veya “Her şey kontrolümden çıkacak.” gibi başka bir hastamızın da “Nefes almamı kontrol edemezsem sanki nefes alamayacağım.” vs. demesi gibi panik atakta da böyle. Denetimi yitirme ya da çıldırma korkusu tabloya eşlik ediyor ve elbette ölüm korkusu. Bu 13 belirtiden 4 tanesi bir araya gelirse yoğun bir biçimde biz buna “panik atak” diyoruz.


Bu yetmiyor tabii bunlar bir maddenin kullanımı sırasında ortaya çıkmış olmamalı veya başka bir hastalık nedeniyle ortaya çıkmış olmamalı. Sonuçta bu panik atak ve bu hastalık panik bozukluk tedaviyle düzelebilen bir hastalık.


Beklentilerle ilgili 2 madde var. Ataklardan sonra en az birinden sonra aşağıdakilerden biri ya da her ikisi de 1 ay ya da daha uzun süreyle olur. Başka panik atakların olacağı ya da bunların olası sonuçlarıyla örneğin; denetimi yitirme, kalp krizi geçirme, çıldırmayla ilgili olarak sürekli kaygı duyma ya da tasalanma. Yani bir atak geçirdiniz diyelim bunun adı panik atak ama mesela sürekli 1 ay boyunca “Bu yeniden olursa!” filan gibi düşünce, tasalanma, buna “beklenti anksiyetesi” ya da “beklenti kaygısı” diyoruz. Bu olursa işte o zaman “panik bozukluk” diyoruz konu sadece atak geçirmek ilgili değil.


İkincisi de ataklarla ilgili olarak uyum bozukluğuyla giden davranış değişiklikleri. Örneğin; spor yapmaktan ya da tanıdık bildik olmayan durumlardan kaçınma ya da tanıdık bildik olmayan durumlardan kaçınma gibi panik atağı geçirmekten için tasarlanmış davranışlar gösterme. Yani “Falanca yerde bir olay olmuştu.” diye oraya gitmeme, bir avmnin içerisinde olmuştu mesela bir daha “Yine orada olacak!” diye oraya gitmeme mesela. Bu beklenti anksiyetesi (kaygısı) yine olacak korkusu ya da böyle bir korkuyla olayın cereyan ettiği yere gitmeme veya bir davranışı göstermeme “Olay tekrar edecek!” diye. Bunlar da panik bozukluk bağlamında görebileceğimiz şeyler.


Dolayısıyla soruya dönersek evet bu 15 sene süren beladan kurtuluş elbette var. Bu bir hastalık ve iyi bir hekimle temas ettiğinizde, tedavinizi dikkatle sürdürdüğünüzde bu beladan kurtuluş elbette var.


Çok sayıda panik bozukluk hastamızı tedavi ettik ve düzeldi. Eminim diğer meslektaşlarımızda çok sayıda hastayı tedavi ediyorlar ve düzeliyorlar. Burada önemli olan şey; tedavi hattında kalabilmek, hekiminizin tavsiyelerini doğru bir biçimde uygulamak.

 

 

5) Ben Hacettepe’de tıp öğrencisiyim ve bu yıl dönem 4 olarak stajlara başlayacağım yalnız bende de küçük yaşlardan beri sosyal fobi var ve iletişimde güçlük çekiyorum. Bildiğiniz gibi stajlık ve intörnlük dönemlerinde insanlarla sürekli iletişim halinde olunuyor ve bu durum da daha okul başlamadan beni strese sokuyor. Bu konuda ilaçların gerçekten etkisi oluyor mu insanlar arasında daha rahat olmayı bir nebze de olsa sağlıyor mu yoksa iş tamamen kişinin kendisinde mi bitiyor?

 

 

Evet, güzel bir soru. Yani buradan da psikiyatri stajını yapmadığını da anlıyoruz. Çünkü psikiyatrist stajı yapsa ilaçların ne kadar etkili olabileceğini, yine hekimlerle veya klinik psikologlarla yürütebileceği psikoterapilerin nasıl sonuç için etkili olabileceğini görebilirdi. Burada daha çok tıp dışı bir yaklaşım gözleniyor. İş kişinin tamamen kendisinde bitmiyor. Böyle bir şey yok. Tekrar gözlük örneğini verelim. Yani doktora gittiğiniz gözünüzde kırma kusura var. Doktor “Sizde 2 numara miyop var.” diyor siz; “Eee ne yapacağız doktor bey?” diyorsunuz. Doktor: “Valla gözlerinizi şöyle hafif kısarak bakın çok iyi görürsünüz.” diyor mu? Yok böyle bir şey. Böyle bir tavsiyede bulunmuyor değil mi? Ya da ne bileyim “Yan tarafa bakın.” ya da “Sağ tarafa bakın, sağ tarafa bakarsanız soldakini çok daha iyi görürsünüz.” filan gibi tuhaf bir öneride bulunmuyor. Yani “Siz bunu kendiniz halledin.” gibi bir saçmalıkta bulunmuyor. İşte bunun gibi psikiyatrik hastalıklar da adam gibi tedavilerle yani gözlüğü takar gibi numarası düzgün gözlüğü takar gibi doğru ilacı, doğru psikoterapiyi uygulamakla geçen hastalıklardır. Öyle hastalık kendinden falan bitmez. Bizim hastalarımızın çoğunun böyle kafasında halk arasından uydurulmuş düşünceler vardır. İşte “Bu işi beyinde bitirmek lazım!” filan gibi. Nasıl yani?


Beyinde neyi bitiriyorsunuz? Beyinde bitirebilir misiniz?

Tekrar söyleyeyim görme kusuru taşıyan bir kişi beyinde neyi halledebilir? Böyle bir şey yok psikiyatrik hastalıklarda beyinde filan halledilmez. Psikiyatrik hastalıklar tedavi edilir. Elbette bakış açılarının ortaya getirebileceği katkılar olabilir ama asla tedavinin kendisi değildir.


Şimdi sosyal fobiyle de ilgili bilgi verelim ki herkes daha yakından tanısın. Bunun sıradan bir çekingenlik olmadığını herkes öğrensin. Bakın DSM-5 ne diyor?


Toplumsal kaygı bozukluğu yani sosyal fobi; kişinin başkalarınca değerlendirebilecek olduğu bir ya da birden çok toplumsal durumda belirgin bir korku ya da kaygı duyması, örnekleri arasında toplumsal etkileşmeler. Örneğin; karşılıklı konuşma, tanımadık insanlarla karşılaşma, gözlenme yani yemek yerken ya da içerken başkalarının önünde bir eylemi gerçekleştirmeme. Yani bir konuşma yapma vs. buralardan çekinme.


Kişi olumsuz olarak değerlendirebilecek bir biçimde davranmaktan ya da kaygı duyduğuna ilişkin belirtiler göstermekten korkar, küçük düşeceği ya da utanç duyacağı bir biçimde başkalarınca dışlanacağı ya da başkalarının kırılmasına yol açacak biçimde durumlar yaşayacağından endişe eder. Söz konusu toplumsal durumlar neredeyse her zaman korku ya da kaygı doğurur. Dolayısıyla meslektaşımız tıp öğrencisi ne diyordu? Soruda da geçtiği gibi stajlar sırasında toplum içine çıkmaktan veya grup içerisinde bu işi yapmaya karşı çekingenlik gösteriyordu.


Çocuklardaysa korku ya da kaygı, ağlama, bağırıp çağırarak tepinme, dona kalma, sıkıca sarılma, sinme ya da toplumsal durumlarda konuşamama ile kendisini gösterebilir.


Söz konusu toplumsal durumlardan kaçınılır ya da yoğun bir korku ve kaygı ile bunlara katlanılır.


Duyulan korku ya da kaygı söz konusu toplumsal ortamda çekinilecek duruma göre ve toplumsal, kültürel bağlama göre orantısızdır. Yani evet hepimiz tanımadığımız insanlarla çok muhatap olmaktan hoşlanmayabiliriz. Yeni bir durumda bir topluluğa konuşmak, hiç tanımadığımız bir çevreye girmek hepimiz için bir miktar kaygı uyarıcıdır ama bu olan bitenden çok orantısız biçimde ortaya çıkıyorsa bu kaygı o zaman hastalık düzeyinde ele almak lazım.


Korku, kaygı ya da kaçınma sürekli bir durumdur. 6 ay ya da daha uzun sürer. Yani en az 6 ay boyunca ya da hep böyle olur. “Bu kişi zaten hep böyle davranıyor.” gibi daha sebatkâr daha uzun süren bir tablodan söz ediyoruz.


Korku, kaygı ya da kaçınma klinik açıdan belli bir sıkıntıyı ya da toplumsal bir işle ilgili alanlarda ya da diğer işlevsellik alanlarında düşmeye neden olur. Yani bu özellik bu kişinin bu hayatta başarabileceği şeyleri önemli oranda kısıtlar hale gelir. Sosyal, mesleki, aile başarısını ciddi anlamda düşürür. Dolayısıyla sosyal fobi kişinin hayatında ciddi bir toplumsal kayba yol açar. Hastalık diyebilmemiz için de bunlar gerekiyor.


Korku, kaygı ya da kaçınma bir maddenin etkisiyle ortaya çıkmış olmamalıdır. Yani “Eroin aldıktan sonra böyle oldu.” gibi değil kendi başına ortaya çıkmış olması lazım. Yine başka bir psikiyatrik hastalık nedeniyle de bunlar ortaya çıkıyor olmamalıdır. Başka bir tıbbi hastalık nedeniyle de mesela Parkinson, şişmanlık, yanık, yaralanma, organ kayıpları hani bunlar “İnsanın gözünde tuhaf gözükeceğim!” gibi endişelerle ortaya çıkıyorsa tabii bu da direkt doğrudan sosyal fobi kapsamında tablonun ele alınmasına manidir. Dolayısıyla sosyal fobinin de nasıl olduğu konusunda bir fikriniz olmuştur zannediyorum.


Soruya dönersek bu işin kendisine kalması gibi bir şey yok gördüğünüz gibi sosyal fobi bir psikiyatrik tablo ve tedavisi var hiç şüphesiz. Tedavisi için psikiyatriste başvurmanız gerekiyor. Bunun için ilaç tedavileri önemli hem de bilişsel davranışçı psikoterapiler dediğimiz psikoterapiler yapılır. Bunlar sayesinde önemli oranda sosyal çekingenliğinizi yenmek mümkündür verilen tedavileri ve psikoterapileri sürdürmek ve uygulamak kaydıyla.

 

 

Bu metin, Prof. Dr. Haluk Savaş’ın Ahval haber sitesi ve kendi Youtube kanalında yayınlanan ‘’Bir Tatlı Huzur Prof. Dr. Haluk Savaş’la Soru-Cevap Psikiyatri’’ programının yazılı halidir.