1) Ünipolar
bozukluğun bipolar bozuklukla bir ilgisi var mı? Ünipolar bozukluk ve majör
depresyon teşhisi ile ilaç tedavisi görüyorum, bipolar olmak istemiyorum.
Bir kere ünipolar demek tek uçlu yani tek kutuplu demek
bipolar demek de çift kutuplu demek. Ünipolar denilince genellikle depresyonu
anlıyoruz. Yani depresyon hastalığını anlatıyor ünipolar kelimesi oysa mani de
var. Tek başına maniyle giden hastalar da var. Bipolar bozukluk hastalarının
%5’ini oluşturuyor, onlara da ünipolar mani deniliyor. Bipoların alt kısmı ama
neden ünipolar deniliyor derseniz aslında bir kişiye tanı koymak için sadece
yani bipolar tanısı konulması için mani geçirmesi yeterlidir, tanımı farklı
yani bu. Oysa sadece depresyonlarla giden bir hasta ona depresyon deniyor.
Depresyon ve maninin ne olduğu konusunda kısa bir bilgi vereyim.
Depresyonu hepimiz biliyoruz; hayattan zevk almama, moral
bozukluğu, karamsarlık, ümitsizlik, yorgunluk, bitkinlik, enerjisizlik,
geleceğe ilişkin olumsuz düşünceler, iştah kaybı, uyku bozukluğu şeklinde giden
bir psikiyatrik hastalık. En yaygın psikiyatrik hastalıklardan birisidir.
Sadece bu şekilde devam ederse buna ünipolar depresyon diyoruz. Bu tekrarlayıcı
da olabilir bazı insanlarda 20-30 yıldır genellikle kış mevsimlerinde vs.
tekrarlıyor olabilir o zaman tekrarlayıcı ünipolar depresyon diyoruz veya bazen
kronikleşebilir aylarca, yıllarca sürebilir o zaman kronik depresyon deniyor.
Çeşit çeşit formları var. Bipolar bozukluk ise asgari 1
manik atakla giden ve buna eşlik eden depresyonun olduğu veya olmadığı hastalıklara
deniyor. Bipolar bozukluk hem depresyon hem mani esas olarak ama tekrar
söylüyorum sadece mani bile gözükse buna da bipolar bozukluk deniyor. Ünipolar
bozukluktan bipolar bozukluğa yani sadece depresyondan bipolar bozukluğa bir
geçiş var mı evet var. Hastaların önemli bir kısmı zaman içerisinde bipolar
bozukluğa dönebiliyor. Özellikle belli özellikleri gösteren ünipolar depresyon
hastalarının daha sonra bipolar bozukluğa dönüşme riski fazla. Mesela hamilelik
sonrasında doğum sonrasında depresyona girmiş hanımların %50’si hayatlarının
geri kalan kısmında mani ya da hipomaniye girerek bipolar bozukluk hastası
olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Yine adet öncesi gerginliği olan depresyon
hastalarının bipolar bozukluk olma riski fazla. Yine tiroid sorunları olan
depresyon hastalarının bipolar bozukluk olma ihtimali fazla. Migren atakları
olan ünipolar bozukluk hastalarının zaman içerisinde bipolar bozukluk hasta
olma mani ya da hipomani geliştirme risk fazla. Yine disforik yani öfkeli
depresyonların bipolar bozukluğa dönüşme ihtimali fazla. Böyle sayılabilir.
Bir de karma ataklar var yani hem depresyonun hem maninin
aynı kişide aynı anda aynı zamanlarda veya aynı günlerde gözüktüğü tablolar
var. Karma bipolar bozukluk dediğimiz şeyin de seyri hem ünipolar hem bipolar
bozukluğa göre maalesef tedavisi daha güç ve daha büyük zorluklar var. Her iki
hastalığın tedavisi esas olarak farmakolojik yani ilaç tedavisi fakat ünipolar
depresyon özellikle olaylara bir reaksiyon olarak gelişmişse, hafif/orta
düzeydeyse psikoterapinin de etkili olduğunu biliyoruz.
Bipolar bozuklukta da psikoterapiyi kullanıyoruz daha çok
ilacın yanında hastalıkla baş etmek üzere tekniklerimizden birisi. Yani
kişilerin daha fazla atak geçirmemesi için çevreleriyle olan ilişkilerinin
bozulmaması için kişilerarası ilişkiler ve sosyal ritim terapisi yapıyoruz
bipolar bozuklukta. Yine ben bununla ilgili Türkçe’ye çevrilmiş bir kitabın
çeviri editörüyüm. Bu kitap aynı zamanda benim de eğitimimi sağlamış olan Ellen
Frank tarafından Amerika’da yayılmış bir tedaviyi anlatıyor. Ellen Frank’tan
eğitim aldığımı ayrıca belirttim, değerli bir kitap, değerli bir psikoterapi.
Diğer yandan ünipolar depresyon tedavisinde de psikoterapilerden istifade ediliyor
hafif/orta düzeyde olanlardan şiddetli olanlarda psikoterapi o kadar geçerli
değil. Ünipolar depresyon tedavisinde en çok işe yaradığı gösterilmiş
psikoterapiler; bilişsel davranışçı terapi ve kişilerarası ilişkiler
psikoterapisi yine kişilerası ilişkiler psikoterapisi alanında da ben hem
terapistim hem de aynı zamanda eğiticiyim. Bu nedenle iki uçlu bozuklukla tek
uçlu ünipolar depresyonun da tedavisinde psikoterapiden istifade etmenin
gerekliliğine bu vesileyle işaret etmiş olayım. Hastaların bu tedavilere ulaşması
önemli ve hekimlerine psikoterapiden fayda görüp görmeyeceklerini sormalarında
fayda var. Fakat özellikle bipolar bozukluğun psikoterapiyle tedavi
edilebileceği yani ilaçların üzerine psikoterapinin de ekstra katkı sağlayacağı
meselesi henüz psikiyatristler arasında bile yeterince bilgi sahibi olunan bir
konu değil. Dolasıyla hani bir psikiyatriste gidip ‘’Bipolar bozukluğum ayrıca
psikoterapi de almak istiyorum!’’ dediğinizde ‘’Bunun için bir psikoterapi
yok!’’ şeklinde bir cevapla karşılaşma riskiniz de var. Oysa hem psikoeğitim
hem kişilerası ilişkiler ve sosyal ritim terapisi hem de bunlara benzeyen
birkaç tedavi modeli bipolar bozukluğun psikoterapisi için geliştirilmiş
durumda yine bilişsel davranışçı psikoterapiler de kullanılabiliyor.
Burada hastamız ünipolar bozuklukla bipolar bozukluğun
ilişkisinin olup olmadığını soruyor evet söyledim. Ünipolar depresyonların
zamanla önemli bir kısmı bipolar depresyona dönüşebilir. Dolayısıyla tüm
depresyon hastaları aynı zamanda bipolar bozukluk adayıdırlar. O nedenle
gelişmeleri iyi izlemekte fayda var özellikle ailede bipolar bozukluk görülmüş
olan ünipolar depresyon hastalarının zaman içerisinde bipolar bozukluğa dönme
riski de yüksektir. Bu açıdan da hastalıklarını incelemelerinde fayda var
hekimlerine de o ailedeki bipolar bozukluk öyküsünü vurgulu bir biçimde
anlatmalarına ihtiyaç var. Çünkü özellikle antidepresaların ünipolar depresyonu
bipolar hastalığa çevirme, tetikleme konusunda rolleri var. Hekimler de bunları
dikkate alarak ilaç yazacaklardır. O nedenle hekimleri doğru bilgilendirmek
önem taşımaktadır. Bazen hekimler yeterince aile öyküsü alamamış olabilirler. O
nedenle aile öyküsünü doğru aktarmakta fayda var.
Diğer yandan antidepresan kullanımı sırasında ortaya çıkan
aşırı hareketlilik, çok konuşma, çok para harcama, coşku, özgüvende artış, az
uyuduğu halde kendini enerjik hissetme, kendini bazı önemli rollerde konumlarda
hissetme, özgüvende gereğinden fazla artış, büyüklenme dediğimiz belirtilerin
ortaya çıkması ciddi bir bipolar bozukluk yapısal/biyolojik zemini olduğunu
gösterir. Dolayısıyla hastalarımız antidepresan kullanırken de tek uçlu
depresyonun bipolar hastalığa dönüşme riskini değerlendirmeleri gerekir. Bu tür
belirtiler ortaya çıkarsa bunları mutlaka hekimleriyle paylaşmalılar ve yine ünipolar
depresyon hastalarının yakınları bu belirtilere karşı daha dikkatli ve uyanık
olmalılar. ‘’Ünipolar bozukluk ve majör depresyon teşhisi ile ilaç tedavisi
görüyorum, bipolar olmak istemiyorum.’’ sözüne karşı da diyorum ki; o zaman
ilaçlarınızı düzgün kullanınız ve sonuçları hekiminize doğru rapor ediniz. Siz
de dikkatli olunuz az önce söylediğim mani ya da hipomani belirtileri görülüyor
mu dikkat ediniz. Bunları da Google’dan tarayarak ‘’Mani ya da hipomani
belirtileri’’ diyerek o zaman bipolar bozukluk riskinizi de gözden geçirmiş
olursunuz.
2) Bilişsel
davranışçı terapinin amacı nedir?
Bilişsel davranışçı terapi esas olarak davranışlarımız ve
bilişlerimiz zihnimizdeki düşünce kalıpları arasında belirgin bir bağ olduğu
teorisine dayanan daha çok da öğrenme tedavisinden istifade eden bir tedavi
şeklidir. Bunun içerisinde özellikle bilişsel kısmının gelişimi 1960’larda
Amerikalı nörolog Aaron T. Beck’in çalışmalarıyla olmuştur. Beck gittikçe bu
çalışmalarını okullaştırmış ve dünya çapında öğrenciler yetiştirmiştir.
Bu bilişsel davranışçı okul genel olarak psikiyatride en
yaygın alanlara ulaşan tedavi/psikoterapi şeklidir. Kişilerarası ilişkiler
psikoterapisiyle birlikte mesela depresyon tedavisinde en önemli iki yöntemden
birisidir ama bilişsel davranışçı psikoterapisi özellikle kaygı bozukluğunda,
obsesif kompulsif bozuklukta oturmuş yanlış düşünce ve davranışları değiştirme
hususunda çok iyi işe yarayan tedavidir.
Yaptığı şey şudur; mesela diyelim ki asansörde panik atak
geçiren bir hasta, her asansöre bindiğinde benzer panik ataklar geçireceği
korkusu içerisine girebilir ve asansöre binmekten kaçınabilir. Bu kaçınma
davranışını geliştirebilir hekimle bu konu yeterince çalışılırsa hekim bu kalıp
düşünceyi yani tekrar asansöre binerse kalp krizi geçireceği vs. gibi yanlış
kalıp düşünceyi fark edip benzeri durumlarla karşılık olarak hastayla bunları
tartıştıktan sonra yeterli üzerine gitmeleri yani davranışçı tedavileri yaparsa
ve bu düşüncelerin üzerinde yeterince durursa yani bilişsel yaklaşımları
sergilerse bu bilişsel yanlış düşünce kalıplarının ne olduğunu hastaya
öğretirse ve hastaya bunları çalıştırırsa ve dönüp dönüp asansöre bindirip bu
zihinsel durumla atakların gerçekleşmediğini ona gösterdikçe kişinin asansöre
olan korkusu gittikçe azalacaktır. Benzer şekilde uçağa binme, kapalı alanlara
girme, otobüse binme, aşırı temizlik hassasiyeti olan obsesif kompulsif
bozukluk hastalarının da bu davranışlarıyla baş etmeleri mümkündür.
Dolayısıyla bilişsel davranışçı terapinin esas hedefi;
yanlış bilişleri ve bu yanlış bilişlere bağlı davranışları değiştirerek
hastanın sıhhatine katkıda bulunmaktadır. Ben bilişsel davranışçı terapiler
konusunda belli bazı eğitimler aldım. Bunları hastalarıma uyguluyorum ve ciddi
sonuçlar doğurduğunu görüyorum. Yani hekimlerin, psikoterapistlerin en çok
istifade ettikleri tekniklerden birisidir, kesinlikle işe yarar. Bu nedenle
kaygı bozukluğu türünde olan biliş ve davranış bozuklukları gösteren hastalara
genel anlamda önerebilirim. Mutlak kullanılmalıdır demiyorum ama bunu aslında
hekimleriyle tartışmalarını ve öneri almalarını tavsiye ediyorum.
3) Dün akşam
kütüphanemi karıştırırken Dr. Faruk Bayülken'in "Bir ruh hekiminin
başından geçenler" adlı kitabını biraz inceledim, bir kaç bölümünü de
okudum, ruh sağlığının en büyük düşmanı kıskançlıktır, sözü zihnimi kurcaladı,
siz kıskançlık konusunda ne dersiniz?
Kıskançlığın bir çok durumda ortaya çıkabileceğini tahmin
ediyorum, gözlüyorum. Şüphesiz ruh sağlığımızı da tedirgin eden bir tarafı var.
İnsanoğlu rekabetçi varlık işte bu kıskançlık hemcinslerimiz arasında olabilir
bazen cinsellikle ilgili konularda olabilir bazen hayatla ilgili en genel
anlamda maddiyat vs. gibi unsurlarda kıskançlık olabilir. Bazen birbirlerimizin
çocuklarını bile kıskanabiliriz. Eşimizin sevgini kıskanabiliriz. Eşimizi
başkalarından kıskanabiliriz. Başka erkeklerden veya kadınlarsa erkeklerini
başka kadınlardan kıskanabilirler vs. bu tabi bir özelliktir ve hayatın akışı
için gereklidir.
Kıskançlığın psikiyatrik bir tabloyu doğrudan tetiklediği
meselesi ancak bir stres faktörü olarak ele alınabilir. Bu rekabetçi ortamda
rekabetin daha çok zorlaması gibi algılanabilir. Dolayısıyla kıskanmanın kendi
başına bir psikopatoloji yaptığını yani bir hastalık yaptığını söyleyemem.
Bununla birlikte bazı hastalıklar paranoid bozukluk gibi
şüphecilik ciddi anlamda kıskançlıkla ortaya çıkabilir özellikle eş
kıskançlığıyla ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bu kıskançlık tespitinin önemsiz
olmadığını ama bugünün bilgileri içerisinde Faruk Bayülken bundan en az 50 sene
önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde görev yapmış bir
hekimdir. Bugün için artık çok önemli bir yanı olmadığını, psikiyatrik
hastalıkları tek başına açıklayacak kadar kuvvetli bir saptama olmadığını
söylemekle yetineyim.
4) Psikiyatrik
ilaçlar kısırlık yapar mı?
Bugüne kadar ki eğitimimde buna ilişkin bir veriyle
karşılaşmadım. Buna ilişkin bir veriyi özellikle tarayıp sonuçlarına bakmış
değilim ama eğitimimizde böyle bir bilgi yok, kitaplarımızda böyle bir bilgi
yok.
Bazı hormon değişiklikleri bazı psikiyatrik ilaçlarda daha
sık olabilir. Onlar mesela mememizden süt gelmesine neden olabilir, adet
düzenini değiştirebilir. Doğrudan kısırlık yapması ilaçların çok sık rastlanan
veya rastlanıp önemli olan bilgilerden değildir.
5) Psikiyatrik
ilaçları kullanırken hamile kalmanın ne tür riskleri var, var mı?
Tabii ki ufak tefek riskler var. Sağlıklı insanlar açısından
konuşuyorum yani herhangi bir psikiyatrik hastalığınız yoksa herhangi bir
psikiyatrik ilaç kullanmıyorsanız hamile kalmışsanız herhangi bir anomaliyle çocuğunuzun
doğma ihtimali %2 civarındadır. Yani tamamen sağlıklı bir annesiniz hiçbir ilaç
kullanmıyorsunuz ve %2 civarında düşük doğum ağırlığı, solunum güçlüğü vs. gibi
rahatsızlıklarla doğum yapma riskiniz %2.
Bizim için en ağır sayılabilecek hamileliğe en çok zarar
verme olasılığı olan psikiyatrik ilaçları kullandığınızda bile bu risk %3-%4
veya bilemediniz %5’den daha fazla değil.
Yani aslında psikiyatrik ilaçlarla çocuğun görebileceği
zarar riski en fazla %100 civarında artıyor. Bu şekildeki bir artış yani %2
olan risk %4’e çıktı. Bu hanım %96 oranında sağlıklı bir doğum yapacak
demektir.
Psikiyatrik ilaçların çok azı istisna, hemen hiçbiri majör
malformasyonlar yapmıyor. Yani akciğerinin yarısı olmayacak şekilde, kalbi
delik şekilde, beyni yarık şeklinde doğmuyor bu ilaçlarla. Onun yerine düşük
doğum ağırlığı, hafif solunum güçlükleri, geç ağlama gibi yan etkiler ortaya
koyabilir hamilelik sırasında alınan ilaçlar.
Özellikle ilk 3 ay içerisinde alınan ilaçların bir organ
patolojisine yol açma riski yüksektir. Bununla birlikte psikiyatride hep ya da
hiç kuralı nedeniyle ilk 3 ayda vücudun verdiği tepki bu ciddi
malformasyonların, ciddi organ hasarlarının olduğu fetüsler, embriyolar
vücuttan atılıyor ve sürmüyor. Düşükle neticeleniyor eğer ciddi sorunlar varsa
işte hep ya da hiç kuralı eğer yaşamla bağlaşan bir şey değilse ölümle
neticeleniyor ve bitiyor ilk 3 ay içerisinde.
İlk 3 ayı geçenlerde ise bu söylediğim çok düşük risk
oranları gerçekleşebilir. Dolayısıyla yani psikiyatrik ilaçların ciddi bedensel
sonuçlara yol açma riski çok düşüktür.
Psikiyatristlerin bu konudaki eğitim ve yaklaşımlarında
fazlaca muhafazakâr davrandıklarını ve özellikle hastaları hamilelikten uzak
tutmaya çalıştıkları özellikle ilaç kullandıkları zamanla veya ilaç kullanan
hastaları ilaç bırakmaya zorladıkları telkin ettikleri konusunda gözlemlerim
oluyor. Bunlar tehlikeli şeylerdir. Psikiyatrik hastaların tedavisi her şeyin
üzerindedir. En başta hasta ve hasta yakınlarıyla ilaç riskleri konusunu
paylaşmak nispeten düşük riskli ilaçları hiçbiri yüksek riskli değil zaten ama
nispeten daha düşük riskli ilaçları seçerek tedaviyi sürdürerek hamileliği
planlamak çok daha mantıklı olabilir tabii ki tüm riskleri anlatarak.
Bu tüm risklerde %4’ü aşmıyor. Yani en ağır ilaçları da
kullansanız %95-%96 oranında psikiyatrik ilaçları kullanırken hamile kalan veya
hamilelik sırasında bu ilaçları kullanmayı sürdürenlerin sakat çocuk doğurma
riski var ki bu da yüksek değil.
Bu arada mesleki yaşamımda en az 100 civarında psikiyatrik
ilaç kullanırken doğum yapmış hanımla karşılaşmadığımı net olarak ifade edeyim.
6) Psikiyatrik ilaç
kullanırken hamile kalmayı planlayabilir miyiz?
Evet, uygun ilaç seçimleriyle psikiyatristinizle birlikte
oturup konuşarak bu %4’lük riski kabul ediyorsanız eğer hamile kalmayı
planlayabilirsiniz. Bu da zor bir şey değil.
7) Psikiyatrik ilaç
kullanırken emzirebilir miyiz?
Evet, bir çok psikiyatrik ilaçta emzirmek sorun değildir. Bunlarla
ilgili Türkiye Psikiyatri Derneği’nin de yayınladığı ve dünyada yayımlanmış
rehberler vardır. Onlara bakılırsa normalde bir ilacın kandaki oranın %10’u
kadar olanı anne sütüne karışıyorsa o ilaç güvenli demektir.
Psikiyatrik ilaçların antidepresanların çok büyük bir bölümü
zaten güvenli ilaçlardır. Çok azında sütte %10’un üzerine çıkılan oranlar
vardır. Onlarında kullanımı kenara bırakıldıklarında antidepresanlar
güvenlidir.
Antipsikotiklerle ilgili de böyle bir tasnif vardır. Bunlara
dikkat edildiğinde hekim en güncel yayınlara izleyerek bu sorulara cevap
verdiğinde hastanın tedavisini emzirirken de sürdürmek mümkündür ama tüm
bunları aileyle ve hastayla paylaşıp doğru bilgiler üzerinde mutabık kalarak ve
adım adım riskleri paylaşarak yürümek mümkündür.
Dolayısıyla emzirirken ilaç kullanmak mucizevi bir şey değil
kullanılabilir, endişe etmeyin! Mutlaka hekiminizle oturup bunları tartışın
eğer bu konularda anlaşılmayan hususlar varsa bize de danışabilirsiniz.
8) Öfke kontrolü için
tavsiyeleriniz nelerdir?
Öfke kontrolü için temel tavsiyem; bir kere öfke bir çok
psikiyatrik hastalığın bileşenidir. Yani öncelikle dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu, bipolar bozukluk, depresyon, şizofreni, uyku
bozuklukları gibi hastalıklarda öfke kontrolü ciddi anlamda bozulabilir.
Diğer yandan iyi uyumadığımız gecelerin sabahında yani illa
psikiyatrik bir hasta olmamız gerekmiyor. Eğer iyi uyumadıysak özellikle bizi o
günlerde geren olaylar yaşıyorsak, tedirginsek, kaygımız artmışsa öfke
kontrolümüz de bozulabilir.
Dolayısıyla eğer öfke kontrolüyle ilgili sorunlarımız varsa
bunların öncelikle başka bir psikiyatrik hastalıktan kaynaklanıp
kaynaklanmadığını açıklığa kavuşturmamız gerekir. Eğer başka bir psikiyatrik
hastalığımız nedeniyle öfke kontrol sorunları yaşıyorsak öncelikle o
psikiyatrik hastalıkların tedavisi öfke kontrolü konusunda bize ciddi katkı
sağlayacaktır.
Kadınlarda premenstrüel gerginlik sendromu, adet öncesi
gerginlik sendromu ortaya çıkıyorsa bu da öfke kontrolünü bozan nedenlerden
birisidir. Psikiyatristle yapılacak müdahaleler öfke kontrolünü adet öncesi
gerginlik sendromunda da giderebilecektir.
9) Beslenme ile öfke
kontrolü arasında bir bağ bulunur mu?
Bununla ilgili en güncel yayınları gözden geçirmedim ama
psikiyatri eğitimi içerisinde aldığımız veya bugüne kadar ki okuduğum literatüründe
beslenmeyle öfke arasında ilişki kuran bir yayına rastlamadım.
Daha çok dini, tasavvufi kaynaklarda etle beslenmemin öfke
kontrolünü bozduğu vs. gibi geleneksel bir bilgi vardır. Bunun değerli ve
bilimsel bir tarafı olduğunu hiç düşünmüyorum. Buna ilişkin veriyle bugüne
kadar hiç karşılaşmadım. Bunu da ifade edeyim.
10) Kafamda hep
birilerinden kötülük görecekmişim hissi var olayları hep olumsuz yönde kendime
yoruyorum, en normal olayda bile kafamda," büyük hatalar yaptım işler
nasılsa bozulacak" deyip kontrolden çıkıp daha büyük ve gerçek hatalar
yapabiliyorum. Sorun olduğunu düşündüğüm şeylerin aslında olmadığını anladığım
an bu rahatlık çok kısa sürüyor beynim hemen başka bir sorun yaratıyor,
buluyor. Kendime olan güvenim ve saygım azalıyor; ‘’Nasıl böyle hatalar yaparım
ve böyle durumlara düşerim!’’ diye. İyi şeyler hak etmediğimi düşünüp kendimi
salıyorum. Bir yandan da ‘’Bu şekilde devam etmemeliyim.’’ diyorum. Sizce durumum
ciddi mi ne yapmalıyım?
Çok ilginç yani o ana kadar düşüncelerinin gerçek olmadığını
ve telaşlanınca hata yaptığını düşünüyor. Kaygılı ruh haliyle hata yapma
arasında ilginç bir bağ kurmuş aslında kendisi de cevabını vermiş. Yüksek
oranda kaygılandığımızda doğal olarak hata yapma riskimizde artıyor. Yani
zihnimiz ve dikkatimiz dağılıyor bu da bariz somut hatalar yapmamıza sebep
oluyor.
Kaygının özellikle olayların sırasını değiştirdiğini ve olmadık
ayrıntılara bizi odaklayıp esas büyük resmi kaçırmamıza sebep olduğunu bilmemiz
lazım.
Bunun sosyal ilişkilerde de sık gerçekleştiğini görüyoruz.
Önemli konular için bir araya gelen insanların gelecekle ilgili planları,
çıkarları söz konusu olduğunda bile nasıl küçük kişilerarası sorunlara
takılarak oradaki bir kişinin kendisine laf sokup sokmadığı gibi ayrıntılara
takılıp nasıl büyük sonuçları, büyük kârları, büyük hedefleri elden
kaçırabildiğini görüyoruz.
Dolayısıyla dikkatli ve akılcı olmak sorunların düzeyini
sıralamaya sokarak ayrıştırmaya çalışmak önemli. Burada bu kadar ayrıntıyı
tarif ettiğini için bu izleyicimizin belirli bir düzeyde kaygı bozukluğu
olduğunu düşünüyorum. Bu tabii bir öngörüş ne tanı ne de başka bir şey mutlaka
bir psikiyatristle oturup bunları konuşmasında fayda var. İhtimal ki
psikiyatrist orada bir hastalık saptarsa tedaviye başlayacak, müdahale edecek.
Bu bazen ilaç tedavisi olabilir. Bazen de bugün
bahsettiğimiz gibi bilişsel davranışçı bir tedavi olabilir. Her ikisi de
birlikte olduklarında da bu türden gereksiz kaygıları sonuç almamızı engelleyen
ve bizi gereksiz noktalara odaklayan kaygılardan uzaklaşmamızı
sağlayacaklardır.
11) Şizotipal kişilik bozukluğu ile ilgili
bilgi verebilir misiniz?
Esasen kişinin başkalarıyla sosyal ilişkiye girmeye ihtiyaç
duymadığı bir durumdur. Yani bir tür asosyallik halidir. Kişi ciddi anlamda
yakın bir ilişki ihtiyacı hissetmemektedir.
Eskiden bu hastaların şizofreniye yatkınlık oluşturdukları
gibi bir fikir vardı. Bu fikir sonra terk edilir gibi oldu fakat tamamen
silinmiş değil. Dolayısıyla bir biçimde bu fikrin kıymetini halen sürdürdüğünü
söyleyebilirim.
Şimdi DSM-5 yani bizim ana kitabımızdan şizotipal kişilik
bozukluğuyla ilgili bilgileri okuyorum. Erken erişkinlikte başlayan ve değişik
bağlamlarda ortaya çıkan yakın ilişkilerde birden bir rahatsızlık duyma ve
yakın ilişki yeterliliğin düşük olmasıyla kendini gösteren toplumsal ve
kişilerarası eksikliklerin yanı sıra bilişsel ve algısal çarpıtmalar ve sıra
dışı davranışlarla giden yaygın bir örüntü. Yani aslında sadece toplumdan uzak
kalmak değil biraz da sıra dışı görünüm ve tavır vs. gibi belirtiler. Hani bir
tuhaflık psikotik bir akıl hastalığına ilişkin bir belirti kümesiyle karşı
karşıya kaldığınız izlenimini veren bir kişilik yapısı.
Sayacağım 9 tane belirtiden 5 tanesinin görülmesi tanı için
yeterlidir. 1; alınma düşüncesi yani falanca bana bir şey mi demek istiyor
şeklinde olan bitenden çabucak tedirgin olma. 2; alt kültürel değerlerle uyumlu
olmayan alışılagelmişin çok dışında inançlar ve büyüsel düşünme. Örneğin; boş
inançlar yani geleceği görebildiğine inanma. Uzak duyum, telepati ya da 6. his.
Çocuklarda ve gençlerde olabilirliği olmayan işlemler ya da düşünsel uğraşlar
böyle uzak, tuhaf kavramsal kafa yormalar. Diğeri olağan dışı algısal
yaşantılar bunun içinde bedensel yanılsamalar da vardır. Sanki sırtımda bir şey
var, arkamdan bir şey geliyor, bir şey dokunuyor gibi olağan dışı bedensel
yaşantılar.
Yadırganacak denli olağana aykırı düşünce ya da konuşma
örneğin; bedensel, çevresel eğritilemeli böyle benzetmelerle giden, bir türlü
konuya odaklanamayan, çok ayrıntılı ya da basmakalıp fikirler öne sürerek giden
bir düşünme biçimi.
5. özellik kuşkuculuk ya da kuşkucu düşünceler. Yani biraz
evvelki alınma fikirlerinin çok ötesinde. Net kuşkucu düşünceler örneğin
falanca şeyler böyle yapmak mı istiyor gibi aslında şunlarla şunlar bir araya
gelerek böyle bir şeyin peşindeler gibi.
Diğeri; uygunsuz ya da kısıtlı duygular. Yani bunlardan
bahsediyor ve gülüyor mesela diyelim ki tedirginlik uyandıran bir düşünceden
bahsederken saçma bir biçimde gülüyor bu uygunsuz duygu halidir.
Diğer yandan kısıtlı duygulanım da önemlidir. Yani önemli şeyler
söylediğini söylüyor ama yüzü donuk mesela kişinin.
7. özellik yadırganacak denli olağana aykırı alışılagelmişin
dışında sıra dışı davranış ya da görünüm. Yani böyle saçlar başlar dağınık,
kirli, pasaklı, üstü başı çok kötü seçilmiş renkler. Bu da yani sıra dışı
görünüm de önemli.
8. özellik birinci derecede yakın akrabalarının dışında
sırdaşlarının ya da arkadaşlarının olmaması. Yani hiç kimseye temas etmeme,
uzaklaşma ve içe kapanma. Psikozun ve akıl hastalığının da bir gelişim
sürecidir. Ergenlerde başlayan böyle süreçlere dikkat etmek lazım. Bir çok psikotik
rahatsızlık böyle başlar. Yani akıl hastalığının bir kısmı da böyle yoğun içe
kapanmayla, yakınları dışında kimseyle görüşmemeyle başlayıp seyredebilir,
Son özellik; yakınlaşmayla azalmayan aşırı bir toplumsal
kaygıya, kendisiyle ilgili olumsuz değerlendirmelerden çok kuşkucu korkular eşlik
eder. Yani ortada olumsuz bir değerlendirme yok fakat o, kendisiyle ilgili birilerini
olumsuz değerlendirme yaptığı kanaatinde olabilir, alınganlıklar gösterebilir.
Bunlardan dokuzu bir araya gelince buna şizotipal kişilik
bozukluğu diyoruz. Tabii bunlar başka bir psikiyatrik rahatsızlık nedeniyle
ortaya çıkmış olmamalı. Yani eğer bu kişiler bipolar bozukluk, şizofreni,
depresyon, otizm vs. filan diyemiyorsak bu tanının konulması önemli.
Tabii madde kullanmak da esrar, eroin vs. gibi şeyler de bu
tip belirtilere yol açabilir.
Bu metin,
Prof. Dr. Haluk Savaş’ın Ahval haber sitesi ve kendi Youtube kanalında
yayınlanan ‘’Bir Tatlı Huzur Prof. Dr. Haluk Savaş’la Soru-Cevap Psikiyatri’’
programının yazılı halidir.